Sanayi devriminin olgunlaşması ile beraber seri üretim konsepti hayatımıza girdi. Henry Ford’un Model T otomobilleri, büyük ölçekte ilk defa kullanılan üretim hattının sağladığı ölçek ekonomisi avantajları dolayısıyla, kitleler ile uygun fiyatlara buluşma imkanı yakaladı. Artık insanlar, hayatı kolaylaştıran ürünlere sahip olmak için bir servete ihtiyaç duymuyordu…
Seri üretimle üretilmiş ürünler hayatımıza girmeye başlarken markalar yavaş yavaş, üretim hattı ile ortaya çıkar arabaları, kozmetik ürünlerini, teknolojik cihazları ve diğer bir sürü hızlı tüketim ürününü hayatımıza dahil etmeye başladı. Düşük maliyet, yüksek kapasite ve yüksek verimlilik ile başlayan bu süreç markalar için, olabildiği kadar fazla ürünü, olabildiği kadar fazla kullanıcıyla buluşturma ihtiyacını ortaya çıkardı. Artık markalar ürünlerini pazarlarken, seri üretim ürünlerini olabildiği kadar fazla kişiyle buluşturabilmek için televizyon ve gazete gibi ana akım medya araçlarını kullanmaya başlamıştı. Kitlesel üret, kitlesel ilet mantığı uzunca bir süre, farklı markaların son kullanıcı ile buluşmasında etkili oldu.
20nci yüzyılın sonlarına doğru bu yöntem sarsılmaya başladı. Artan ürün yelpazesi ve artan rekabet, doğal bir sonuç olarak mecra trafiğini meydana getirdi. Aynı kategoride yer alan bolca ürünü tüketici ile buluşturma aşamasında markalar, büyük bir sorunla karşı karşıyaydı. İnsan ihtiyaçlarına göre çeşitlenen reklam mecralarında yer bulabilmek için artık, farklı ihtiyaçlara doğru bir şekilde hitap edebilmek gerekiyordu. Kitle pazarlaması gücünü yitirirken markalar için hedef kitleye ulaşmak, hiç olmadığı kadar zor bir hale geldi.
İnternetin yaygınlaşması bilgi akışının hızını, görülmemiş biçimde arttırdı. Artık kullanıcıların sahip olduğu seçim gücü, hayatta kalmak adına markaları farklı ihtiyaçlara göre şekillenmeye zorlamaya başladı. Bu gün pazarlama dünyasına baktığımız vakit, TV ve gazete gibi mecralar kitle etkileşiminde eskisi kadar güçlü değil. Sosyal medya, mobil ve internet mecralarının olgunlaşmaya başladığı bu günlerde, 21nci yüzyılın iletişimsel nimetlerinden faydalanabilmek markalar için zorlayıcı bir süreç. Herkesin hiç olmadığı kadar ‘online’ yaşadığı bir dönemde insanları ilişkilendirilebilir bir şekilde yakalamak için markaların dinamik ve hızlı hareket etmesi gerekiyor.
2013 yılında Amerika’da gerçekleşen SuperBowl mücadelesi sırasında Oreo, sosyal medyanın nasıl etkili kullanılabileceğine dair tüm markalara bir ders verdi. Ülkemizdeki Galatasaray-Fenerbahçe derbileri gibi takip edilen, ulusal futbol liginin kupa finali olan SuperBowl reklamları her zaman dikkat çeker, ancak 2013 yılında Baltimore Ravens ve San Francisco 49ers arasında geçen final mücadelesinde SuperBowl esnasında beklenmedik birşey oldu ve mücadelenin yapıldığı stadda elektirikler kesildi. Tam da bu sırada Oreo, pazarlama literatürüne geçen bir tweet attı. Bu tweet, elektrik kesintisiyle maçın durduğu sırada telefonuna yönlenen milyonlarca insanın anında dikkatini çekerken, Oreo’nun yaşananları konu alarak paylaştığı gerçek zamanlı içerik, Oreo markası için harikulade bir reklam örneği sergiledi.
Elektirik mi kesildi, sorun değil…
(Karanlıkta da süte banabilirsiniz)
Amerika kıtasından uzaklaşıp Türkiye’ye döndüğümüzde ise ilginç bir manzara ile karşılaşıyoruz. Ülke gündeminin Holywood filmlerini aratmadığı bu günlerde markalarımız, ne yazık ki ortaya çıkan fırsatları iyi değerlendiremiyor. Siyasi kaygılar, otokontrol mekanizmaları ve bürokratik engeller, dinamik ve hızlı hareket etmeyi gerektiren bu günlerde markalar için büyük bir fırsat maliyetini beraberinde getiriyor. TV ve gazete reklamlarına milyon dolarlar harcamalar yapmak yerine markalar, ülkedeki atmosferden seviyeli bir biçimde yararlanarak, anlık paylaşımlar ve doğru içerikler vasıtasıyla, rakiplerinden büyük ölçüde sıyrılma imkanı yakalayabilir. Ne yazık ki büyük markaların çoğu, yüksek getirileri olabilecek bu gibi riskleri almayı tercih etmiyor.
Öte yandan dinamik ve hızlı hareket etme imkanına sahip olan markalar ise henüz, sosyal medyanın onlar için sunduğu imkanların farkında değil. Oysa ki doğru hedef kitleye, doğru biçimde ulaşmak, gündemi takip ederek ve doğru zamanda doğru paylaşımları yaparak hiç olmadığı kadar kolay olabilir… Gezi Parkı olayları, 17 Aralık vakası ve daha nice tüm ülkeyi ilgilendiren meseleler, markalar için büyük bir fırsat olabilecekken, bir tweet, bir Instagram fotoğrafı, bir vine videosu değişen gündemin hızında viral etkiyle paylaşımı arttırabilecekken maalesef ki marka dünyasında kendimizi sonugelmez bir güvenli limanın içine hapsediyoruz…
Ilginc bir yaklasim, hakli oldugunuz taraflar olabilir, merak ettigim ise su, neden bunca yuksek getiri vaadine karsin markalar risk almiyor? Risk dedigimiz ne olabilir bu durumda?
Markaların risk almama sebebi sektör ve şirkete göre değişim gösterebilir. Ancak ülkedeki siyasi atmosferi düşünecek olursak, toplumun her kesiminde görebileceğimiz bir öğrenilmiş çaresizlik durumunu görmek mümkün. Uygulanan oto kontrol ve oto sansür, maalesef ki getirilerin önüne geçip, ‘paylaşımım ya ters teperse’ korkusu ile fırsatların kaybolmasına sebebiyet verebiliyor.
Ulusal faaliyet gösteren büyük bir marka bu konuda adım atsa diğerleri takip edecektir, ancak henüz böyle adımları göremedik…
Pazarlama konusunda televizyon ve gazetelerin sosyal medya, mobil ve internet yanında gerçekten etkisiz kaldığı fikrine katılıyorum. Hayatımız internet oldu… İnternet yokken ne yapıyorduk diye düşündüğüm çok oluyor!!!