Hepimiz birileri için birer müşteriyiz. Potansiyel olsun, mevcut olsun, onlar için birer müşteriyiz. Ve bir zaman sonra o kadar çok “bir” oluyoruz ki, segmentasyon aşamasında mikro düzeyde birbirimizden farklılaşıyoruz. Her birimiz birer pazar oluyoruz. Bununla ilgili olarak pazarlama akademisyenlerinin “müşteriyegöreleştirme” adını verdiği ve “mass customization” olarak İngilizce literatürde kendine yer bulan kavram, esas olarak her müşterinin eşsiz ve benzersiz bir pazar haline geldiğini vurgulayan ve bu nedenle de her müşteriye özel pazarlama karması oluşturulmasını öğütleyen bir teori olarak özetlenebilir.

Her birimiz artık ayrı bir müşteri segmentini ifade edecek kadar farklıyız artık. İhtiyaçlarımız mikro boyutta ortak olarak görülemeyecek kadar eşsizlik gösteriyor. Peki o zaman ne oluyor da aynı üründen milyonlarca üretildiğinde satılabiliyor, tüketilebiliyor ve düzenli olarak talep edilebiliyor?

Yukarıdaki soru hakikaten kafamı kurcalamakta. Madem hepimiz bir segmenti ifade edecek kadar homojen bilgiye ve karşılaştırma şansına sahibiz; neden milyonlarca kişi aynı ürünleri talep ediyor? Aslında bunun yanıtı belki de küreselleşmenin ruhunda gizli. Yapısı itibariyle ülkeler ve milletler arasındaki sınırları ortadan kaldırırken -aslında kime ve neye hizmet ettiği tartışılır- eşsiz kültürleri ve psikografik etmenleri de deyim yerindeyse tırpanlıyor. Yani küreselleşme bir anlamda bizi değiştirerek algılarımızı yönetme görevine soyunuyor.

Algılarımızın yönetilmesi, düşündüğünüzde size dehşet verici olarak gelebilir. Ama popüler kültür dediğimiz, bir anlamda da evrensel ortak değerler diye empoze edilen değerler bütünleri aynı tezgahtan çıkmış gibi. Medyaya hakim olan, algıları da yönetebiliyor oluyor. ABD, İngiltere, Fransa vb. ülkeler filmleriyle ve kullanabildiği teknolojik olanaklarla yönettikleri küreselleşme süreciyle aslında yerel veya bölgesel kültür öğelerini de kendi ürünlerine yöneltecek şekilde değiştirme yoluna gitmekteler.

Aslında işte tam da bu müşteriyegöreleştirme sürecinde buna rastlıyoruz. Algılarınız, size kitlesel üretim ürünlerinin satılması için yönetilmek zorunda. Eğer böyle olmazsa kendinizi daha da farklılaştırarak daha az bulunan ürün ve hizmetlere yönelmeye çalışırsınız. iPhone çıktığında heyecanlanmaz, Victoria’s Secret açıldığında önünde kuyruk olmaz ya da EMO olmazsınız. Bu anlamda aslında büyük ekonomilerin de size bir şeyleri daha kolay satmak için algılarınızı yönetmeleri gerekiyor diyebiliriz net bir şekilde.

Bir film saniyesi 24 kareden oluşuyor. “Subliminal Marketing-Bilinçaltı Pazarlama” çabaları, farkında olmayacağınız 25. bir kare yaratarak uzun vadede sizi satın almaya yönlendirebilecek mesajlar yerleştirebiliyorlar. Ya da “product placement-ürün yerleştirme” dediğimiz iletişim çabasıyla, imrenilen dizi-film tiplemelerinin kullanacağı ürünler yaratılarak bir anlamda size de benimsetilen ürünler ve hizmetlerle karşılaşıyoruz. Küçük Sırlar dizisindeki AdL marka kıyafetlerin özellikle talep edildiğini de bildiğinizi varsayıyorum.

Satın alma sürecini etkileyen önemli bir psikografik unsur olarak kültürün yönetilmesiyle, daha da “tahmin edilebilir” bir insan çıkıyor karşımıza. Uzun vadede izleyerek benimsediğimiz batılı kültürlerin ürünlerini, geleneklerini vb. gayet de güzel bir şekilde talep ediyor ve uyguluyoruz. Ve dünya çapında popüler kültür hangi kültürü işaret ediyorsa -Hollywood etkisiyle ABD denilebilir- onlar gibi yaşayıp bir şeyler tüketiyoruz. Kültürler yok oldukça, hakim kültürlerin de etkisine giriyor. Ve bir bakmışsınız Noel adetlerine yönelik olarak satın alma süreçleri içindeyiz.

Hepimiz birer pazar haline geldik. Müşteriyegöreleştirilmiş ürünlerin konuşulduğu şu dönemde, hepimiz aslında daha çok bilgiye sahibiz. Ama nedense ona uygun davranamayacak kadar yönetilen algılarımız mevcut. Birileri bize “Böyle yaşayacaksınız ve bunları satın alacaksınız!” diyor, biz de alıyoruz.

Birer mikro pazar olmanın ötesinde, bireysel sömürgeler haline geldiğimizi söylesem çok mu ileri gitmiş olurum? Müşteriyegöreleştirilmiş olarak böyle düşünüyorum.

“Consume, obey, die!*”

*Tüket, itaat et, öl!”