“Bırakıp gideceksin abi aslında buraları. Ege’de bi tane butik otel açacaksın. Oh mis. Ne uğraşıyoruz el alemin markasıyla.”

Bu laf hiç yabancı gelmedi değil mi? Beyaz yakalıların, özellikle de pazarlama profesyonelleri ve reklamcıların hemen her sıkıntılı dönemde, arkadaş sohbetlerinde geçer bu konuşma. Bu yazıyı okuyup da bir kez böyle bir sohbet içinde kalmamış insan yoktur herhalde. Peki olabilir mi böyle bir şey? “Abi bizim bir arkadaşın arkadaşı bırakıp gitmiş her şeyi.” gibi laflar bazen “Sonra dayanamamış iki sene sonra geri dönmüşler” cümlesiyle tamamlanır. Gidenler, şehir efsanesi olarak dolaşır ortalıkta. Benim gördüğüm, İstanbul için çevremdeki  herkesin bir “exit planı” var. Hani girişimlerdeki gibi…

Ben de sizin için bu konuyu araştırdım. Ege’yi didik didik edip, böyle bir hikaye aradım. Şaka şaka… Tatil için gittiğim otelin sahibi Erman’ın hikayesi tam da bu hayallere örnek teşkil edecek cinstendi.

“Abi bırakıp gideceksin Ege’de bir otel açacaksın”

SO: Erman selam. Biz biliyoruz esasen hikayeyi ama okuyucular için bize bu bir kez daha anlatır mısın? Şu an bir oteldeyiz? Nedir bu otelin hikayesi?

E: İki yıl oldu ben burayı devralalı. Devraldığımda burası bir pavyondu.

 

SO: Ondan önce ne yapıyordun?

E: Ondan önce ben yaklaşık 10 sene marka yönetimi yaptım. Bunun içinde FMCG de var, telekom da var, spor endüstrisinde markalar da var. Hep aslında bir dönüş planım vardı. Ben kendim Çanakkaleliyim. Çanakkale’ye döneyim, orada böyle ufak bir şeyler yapıyım ama kendi işimi yapıyım düşüncesindeydim. İnanılmaz paralar, bir şeyler kazanayım değil ama yaptığımın, emeğimin karşılığını aldığım, hakikaten performansımı kendim gördüğüm, yıl sonunda birisinin değerlendirmelerine maruz kalıp da mutlu olup – ki genelde mutlu olmazsın – senaryolarla karşılaşmadığım bir planım vardı. Bir kaç denemem oldu. Başlamadan biten işlerdi onlar. Bir tanesi bir kız öğrenci yurdu alma işim vardı. Konuştuk anlaştık, sonra bana ek maliyetler çıkardılar.

 

SO: İstanbul’da mıydı?

E: Yok, Çanakkale’deydi. Amaç bir kere İstanbul’dan çıkmak, İstanbul’da hiç kafa yok. Kız öğrenci yurdu işi öylelikle kaldı. Sonra yaptığım işle de ilgili; şehirdeki outdoor mecralarının alımı, kullanımı ve kiralanması işi vardı. Ama ben o mecraları gösterdim, neler yapılabileceğini, değerini gösterdim. Sonra bi baktım ben aradan çıktım, iş başkasına gitti. Çömez kaldık o işte. Biz işin ambalajını yaptık. “Ooo burada iyi bir pastanın kaymağı varmış” dediler. Yedirmediler. Sonra burasını internette gördüm.

 

SO: İnternette satılık mıydı burası?

E: Kiralıktı. Sahibinden’de gördüm. Fiilen hiç gelmemiştim buraya. Daha hiç gelmeden, şirketteki işimi de terk etmeden burayı babamın üzerine açtık. Geldiğimde… Şimdi tabi sen buraları görüyorsun bu haliyle. Buralar acayipti. Arkamızdaki restoran kısmında disko topları, sis makinaları, amfiler, DJ deski falan vardı.

 

SO: Daha güzelmiş esasen (Kahkahalar)

E: E tabi tartışılır. O zaman muhtemelen sen gelmezdin ama. Burası tabi normalde sessiz sakin, doğası çok güzel bir yer. Dolayısıyla bu hale döndük. Benim hikaye de böyle başladı.

 

SO: Arko da mı çalışmıştın?

E: Önce Evyap, onların bir Mısır yatırım projesinde çalışmıştım. Yarı dönemli İskenderiye, yarı dönemli İstanbul. Benim uzmanlığım spor endüstrisinde, kulüplerle networküm iyiydi. Bu süreçte Arko milli takımlara sponsor oldu, ben de brand manager oldum. Sonrasında sporla olan ilgiden dolayı Avea’ya spor markalarının başına geçtim. Avea Prime’ın lansmanını yaptım. Ondan sonra da Federasyon yönlendirmesiyle Pasolig’e geçtim.

 

SO: Bayağı küfür yedin o zaman (Kahkahalar).

E: Tabi tabi yedim. Şahsıma algılamıyorum ama. Kurum çatısı altında olduğum için… Ama artık Limonata’da şahsi algılıyorum. İşin böyle bir kötü tarafı var işte… Öteki türlü kurumun markasının arkasına sığınırsın, şimdi kendi işin oldu mu şahsi algılıyorsun.

 

SO: Bir de komple aile burada değil mi?

E: Tabi… Esas bu işin yapılmasını sağlayan şey de o. Geçen sene annem babam burayı işletti, ben Cuma akşam otobüsle gelip Pazar akşam otobüsle dönüyordum. Cuma ve Pazar geceleri otobüste uyuyordum. Cumartesi bir gece otelde kalıyordum. Ama bir gece kaldığım için, otelin de bir yandan gelir etmesi gerekiyor, kendime bir oda tutmuyordum. Yatacak bir yer de yok. Şezlongda, minderde, salıncakta nerede bulursam yatıyordum.

 

SO: Yıldızların altında diye yazarım ben… Romantize edelim biraz 🙂

E: Öyle de denebilir… Bütün yıllık izinlerim burada geçti. O periyotta burayı ailem ayakta tuttu. İkisi de emekli öğretmen. Hiç turizm geçmişi yok. Hiç işletme geçmişi yok. Dolayısıyla bir memur zihniyeti hakim.

 

SO: Sürekli sabit gelire alışmışlar tabi…

E: Tabi tabi… Riskin minimize edildiği, 20 yıllık geleceğini ön görebildiğin bir iş yapıyorlardı. Onları buna evirmek de çok zor oldu. Hala orada bir takım arızalarımız var. Ama sağ olsunlar çok yardım ettiler. Bu süreç böyle devam etti, ben de 19 Şubat 2016’da istifa ettim.

 

SO: Peki istifa edip buraya gelmende etken, böyle “tak” diye bir şey olur ya, neydi? Neticede orada da bir hayat var. Pek çok insana cazip gelen bir hayat.

E: Burada en büyük zorluklardan biri, orada belirli bir birikiminiz var. Hem knowhow açısından hem de maddi açıdan. Bütün bunları bir kenara bırakıp, elinizin tersiyle itmek ve burada ne olacağı belli olmayan bir sürece girmek asıl mesele. Bunu tam anlamıyla göze almak gerekiyor.

Optimized-limonata-3

SO: Ne kadar para alıyordun?

E: Bunu söyleyecek miyiz ya? Net rakam vermeyim ama 5-10 bin arası bir maaş alıyordum en son ayrıldığımda. Burada çok daha iyi paralar kazanmıyorum. Orada iyi de bir kariyerim vardı. Şirketimin en genç yöneticilerinden biriydim. Geniş olanaklarım vardı. Siz bu işe karar verirken bu olanakları belki de bir daha hiç bulamama pahasına elinizin tersiyle bir kenara itiyorsunuz. İşte o riski %100 almadan, bu bir senelik geçiş bana bunu sağladı. Ben ilk sene ikisini birlikte geçirerek, pazarlamada “smooth transaction” derler ya, onu sağladım. Ben ilk sene bu iş olacak mı olmayacak mı, gelir gideri karşılıyor mu, onu gördüm. Bir sene sonunda “Evet, bu iş olacak gibi. Hele başında durursam daha iyi olacak gibi” dedim. Bu işin yapılmasının asıl nedeni finansal getirisinden öte bu işin sağladığı manevi tatmin ve huzur. Bir yaşam konforu. Dolayısıyla sen İstanbul’da kendi işine devam ederken bir yandan bunu yaparsan aslında gene İstanbul hırsıyla daha fazla para ve kariyer için çalışmış oluyorsun ama bu işi yapmamdaki asıl mesele zaten para ve kariyer değil.  Ben zaten o hengameden, o yoğunluktan, ne yazık ki sanal bir dünyadan kendimi dışarı atmak istiyordum. Bunu da yapmanın en net yolu bırakıp, arkana bakmadan gitmek. Dolayısıyla maddi imkanları çok iyi biri benim iki senede yaptığımı birinci senede gemileri yakıp yapabilir. Ama şimdi benim elimde böyle güçlü bir maddi imkan yoktu. Banka kredisi falan çektim. Kıt kanaat gitti. Likit problemlerim çok oldu. O arada gittim babamdan destek aldım biraz. Posu vade gününden daha önce kırdırıp eksik para aldım falan… Dolayısıyla güç olmadığı için ilk seneyi görmek benim için önemliydi.  Ama bir sene daha kalsam biraz daha param olacaktı. 100.000 lira daha parayla burayı kompanse edebilirdim. Şu anda bir kriz var biliyorsun.

 

SO: Belki vaz geçecektin ama?

E: Aynen öyle. İkinci senede kriz olduğu için belki vaz geçecektim. “Haa demek ki bu işin riskleri çok fazla” diyecektim. Bir işe girdik, ülkede darbe oldu. Yani o bile oldu. Mücbir sebep denilen olay oldu.

 

SO: Turizm adına çok yanlış bir zaman aslında yatırım için.

E: İnanılmaz. O gece mesela (15 temmuz) – benim toplamda 14 odam var – 6 oda iptal etti. 2 oda çıkış yaptı. Peşi sıra gelen 15 günde hiç rezervasyon yok. Sadece iptaller geliyor. Haziranda, mayısta düşmediğim oda sayılarına düşüyorum, böyle felaket günler. İşe yeni girmiş, böyle azıcık motivasyonu düşük biri olsa hemen kapıya kilidi vurur. İstanbul’a döner iş aramaya başlar. Ama biraz sabırlı olmak lazım. Hemen böyle paniğe kapılmamak lazım.

Hasılı, bu işin kırılma noktası bir şeylerden vaz geçme cesaretini elde etmek, çünkü hakikaten bir beyaz yakalı için çok kolay değil.

 

SO: Nedir abi o vazgeçtiğin şeyler? Demin de bir sunilikten bahsettin.

E: Çoğu kişi (ben de dahil) bu işe MT olarak başlıyor. Size X lira veriyorlar. Üniversiteden çıkıyorsunuz “Ooo güzel para” diyorsunuz. Bir sene sonra biraz kaşınmaya başlıyorsunuz, başka yere geçeceğim, terfi alacağım, bir tık üstüne çıkıyorsunuz. ABM oluyorsunuz mesela. Maaşınız arttı. Standartlarınız biraz daha yükseliyor. Bu sefer yine yetmemeye başlıyor. Olmuyor. Bir tık daha üstüne geliyorsunuz. BM oluyorsunuz. Bazen telefonlar geliyor. Şirket size araba veriyor, mutlu oluyorsunuz. Sonra yine yetmemeye başlıyor. Çünkü sizin de alışkanlıklarınız değişiyor. Önce mesela Beşiktaş’ta yer içerdiniz, sonra Taksim’de takılıyorsunuz, sonra yavaş yavaş Ortaköy’e falan gitmeye başlıyorsunuz, sonra Levent’e Kanyon’a falan gidiyorsunuz, Etiler falan derken bir anda öyle bir ortam oluyor ki, bir şekilde gelirinizle paralel gideriniz de artıyor. Güzel ortamlarda şık insanlarla bir araya geliyorsunuz. İster istemez bunlara alışıyorsunuz. Yavaş yavaş özünüzden uzaklaşıyorsunuz. Mesela burada benim verdiğim servisi, yemekleri falan biliyorsun. Burada aldığın servisin bir benzerini Garipçe’de ya da Hisar Üstü’nde alıyorsun, sonra bir hafta anlatıyorsun. Fahiş de paralar veriyorsun. Halbuki aslında belki herkesin lisede, orta okulda ailesiyle birlikte yediği kahvaltıdan çok da farklı değil. Sadece öyle bir duruma geliyorsunuz ki… Sizin önünüze konan şeyler öyle şaşaayla anlatılıyor ki… Hali hazırda insanların evlerinde günlük yedikleri şeyler senin için bir lüks haline geliyor. Önünüze gelen düzgün bir peynire bir mucize gözüyle bakıyorsunuz.

 

SO: Ben bunu Alaçatı’da yaşamıştım. Şimdilerde de çok adı çıktı. Bir yerde kabak çiçeği dolması istedim. 4 tane geldi, o zaman da yalan olmasın 16 lira mı ne verdik. Annem bunu duysa sopayla döver beni. Kabak çiçeğini çocukluğumdan beri bilirim, annem yapar, bizim de bağımız bahçemiz var. Tek meşakkatli işi sabah erken saatlerde toplamak lazım. Yoksa bir tencerenin maliyeti 10 lirayı geçmez.

E: Ama işte bunu normal karşılamaya başlıyorsun bir zaman sonra. Çünkü insanlar bir yarışa başlıyor. Ben de orada yemeliyim yarışı. Bu da size bir şeylere haddinden fazla değer verme eğilimi aşılıyor. Dolayısıyla öyle de bir ortama geliyorsunuz ki falanca o değeri veriyor, filanca o değeri veriyor sen vermeyince onlardan geri kalıyor gibi oluyorsun. Piston gibi bir şey herkesi böyle ileri doğru itiyor. Ben şunu gözlemledim mesela, belirli seviyelere gelmiş, mesela direktör seviyesine gelmiş kişiler için eski yaptıklarını yapmak böyle 70’ler 80’ler gecesi gibi bir şey. Adam zaten Taksim’den, Beşiktaş’tan çıkmış. Dürümce diye bir yerden dürüm yemiş, Aydos’tan gelmiş falan. Belli bir zaman sonra oraya geri dönemiyor. Dönse de çok Retro bir şeymiş gibi yapıyor. Ulan geldiğin yer orası zaten, oradan yiyordun.

 

SO: Onun da ayrı bir popülist tarafı var değil mi?

E: Var. Eskiyi hatırlama şeyi işte. Ben o seviyede değilim artık ama onu da bir deneyelim, otantiklik olsun.

 

SO: Herkes salaş mekan arıyor ya şimdi.

E: Bizim sistemin en büyük arızalarından biri sistem bize ne kadar izin veriyorsa onu yapabiliyoruz. Herkes tatilini Cumartesi Pazar yapıyor. Cumartesi Pazar gittiğiniz mekanda da size neyi ne kadara dayatıyorlarsa razı gelmek zorundasınız. Önümüzde mesela 30 Ağustos var. Örneğin 30 ağustos’ta 1 gün izin alabilirseniz 4 gün tatil var. Ama bizim tarafta da şöyle oluyor 28 Ağustos’ta 100 lira olan otel fiyatı 29 Ağustos’ta 200 lira oluyor. Arada hiç bir hizmet farkı yok. Ben dün aynı hizmeti verirken, yarın da aynı hizmeti verecekken birine 100 diğerine 200 yazmak bana etik gelmiyor. Evet bir arz talep dengesi var ama günün sonunda odan aynı, bahçen plajın aynı, mutfağın aynı bu durumda 100 liralık yerden 200 lira almak insanları keriz yerine koymak oluyor. Ama bizim beyaz yakalıların belli günlerde tatilleri var ve otelciler de bunu biliyor. Dolayısıyla da o tarihte herkes ne yapacağını şaşırıyor. Bir şey yapmamak garip karşılanıyor hatta. O insan için bunun bir parasal karşılığı yok. Yani insan İstanbul’dan çıkmayı kafaya koyuyor, sonra senin oraya ne yazdığını görmüyor. 100 yazmışın, 300 yazmışın çok önemli değil, önceki gün ne olduğu umurunda değil. Ona birisi demiş ki “Hadi bakalım sana izin veriyorum. 4 gün tatilin. Çık da bir şeyler yap kerata” demiş, aynen bu üslupla, o da ne yapacağını şaşırmış. Bakıyorum mesela bir çok İstanbullu ziyaretçimiz (ben de dahil, ben de yapıyordum eskiden, o yüzden rahat konuşuyorum) sadece bir gün konaklamak için 7 saat yol yapıp, geliyor sonra bi gece kalıp tekrar 7 saatlik yolla dönüyor. Anadolu’da yaşayan insanlar bunu kesinlikle anlayamıyor. Geliyorsun, durduğun süre 48 saat kesin değil, bazen 36 saat bile değil. Sen 36 saatliğine geliyorsun (bi kısmında da uyuyorsun) ama 14 saat yol yapıyorsun. Dinlenmek için geliyorsan zaten 14 saat yol yapıyorsun, yoruluyorsun. Arabayla yolculuk yapmayım desen, konaklama bedelinden katbekat fazla uçak parası ödüyorsun.

Optimized-limonata-4

SO: Bu yine hızlı tüketim değil mi? Yani detoks gibi düşün.  Mesela burada oturup denizi izlemek bir detoks ama bunun için zaman ayırmak gerekiyor, yani yarım saat hiç bir şey yapmadan denizi izlemek lazım detoks için. Ama insanlar bunun 5 dakikalık formüllerini bulmaya çalışıyor. Bir günde insanlar esasen rahatlamaz, yenilenmez ama belki kendine o oyunu oynuyor. Gideyim bir gün kafayı dinleyeyim.

E: Fizyolojik olarak dinlenmesi imkansız. Günün sonunda arabayla bir yere gitmiş adam 7 saat, sonra dönüşte de 7 saat trafiğe girmiş. Silivri’den girememiş Çatalca’dan kaçmış, böyle ara yollardan şansını denemiş, sürekli bir gözü navigasyonda ama ona da tam güvenmemiş… Ona rağmen insanlar hala buna değer veriyor. Bu da aslında insanların ne kadar sıkıldığını bunaldığını gösteriyor. İnsanlar bunu göze alıyor.

 

SO: Saçma da olsa gidelim diyor. Çok az insan değil bir de bunu yapan.

E: Üzücü olan şey bunu yapan çok Ankaralı ya da İzmirli yok.

 

SO: İzmirli’yi hiç saymayalım zaten. Onlar kazana düşmüş.

E: Ben bunu Jim Carrey’nin Truman Show filmine benzetiyorum. Bu hikaye biraz öyle. İstanbul dışındaki insanlar burayı anlamıyor. Buradaki insanlar da beni anlamıyor. Bilgisayar başında geçirdiğim bir kariyer var. Nasıl oluyor da bu işler bilgisayardan dönüyor, herkes bakıyor. Yeni müşteri kazanımı var, aracı platformların yönetimi var, onlara çok garip geliyor.

 

SO: Ona da girelim. Orada öğrendiğin şeyleri burada uygulama şansın oluyor mu?

E: Kesinlikle… Sen de pazarlama yapıyorsun. Bu işin en önemli kısmı doğru hedef kitleye doğru bir şekilde mesaj vermek. Benim buradaki asıl hedef kitlem beyaz yakalılar ve genç profesyoneller. Çünkü ben de 10 yılı aşkın süre bu sektörde çalıştım. Ciğerlerini biliyorum. Afili tabirle “insight”ları biliyorum.

 

SO: Sen çünkü kendin “insider”sın.

E: Aynen. Ya da onu bilmesem, neleri istemediklerini kesinlikle biliyorum. Bu hedef kitleyi mutlu etmek için bunları iyi çözümlemek gerekiyor. Bu mesela oradaki formasyondan aldığım bir şey.

 

SO: Neler yaptın mesela bunun için Limonata’da?

E: Burasının en önemli özelliklerinden biri samimi bir yer olması. Burası hizmetin insanların gözüne gözüne sokulmadığı bir yer. Buradaki hizmeti herkes İstanbul’da fazlasıyla alma hakkına sahip. İşte jilet gibi kıyafetlerle, pantolonlarla, başınızda duran elemanların size destek olduğu, sürekli ağzınızdan çıkacak bir lafa, el hareketinize ya da göz işaretinize koşarak gelen insanların olduğu ortamlar… Ama artık insanlar bundan sıkıldı. Ya da çok büyük, şaşaalı açık büfeler, çok şık ama bir lokma İtalyan usulü ya da Fransız usulü yemekler gibi şeylerden insanlar sıkıldı. Burada bu yok. Burası mümkün olduğunca doğal ve sempatik bir yer. İnsanlar buraya geldiğinde bir yazlık evine ya da devre mülküne gelmiş gibi hissediyor. Rahatlıkla gidip geliyor. İnsanlar burada kendi içeceklerini elini dolaba uzatıp alabiliyor. Akşam yemeklerinin reçetelerini, biliyorsun, annem hazırlıyor. Herkes mesela kabak çiçeğini ekstra satıyor, biz mesela büfeye koyuyoruz. Çünkü bunun ederi belli. Ben de alakarttan satarım satmasına ama insanları göz göre göre kazıklamaya gerek yok. Az öz, ev tadında, insanları aptal yerine koymadan, insanları rahat ettirecek bir ortam sağlamaya çalışıyoruz. Kimsenin başında dikilmiyoruz, akşam yemekleri dahil normalde biliyorsun ama içecek ekstra mesela, kimseye ekstra içecek satmaya çalışmıyoruz. İstanbul’da masa sayısı belli, sırada bekleyenler de var, sürekli olarak size bir şey sipariş etme stresi yükler. Sürekli “Ne içersiniz?” diye sorar, ya kalkarsınız ya da bir şey sipariş edersiniz. Şişersin ama ondan böyle… Bizde siz bir şey istemeden kimse ne içersiniz diye sormaz. Yani zaten insanlar bir şey yiyip içecekse söyler. Tutup insana şu ortamda “up sell” “cross sell” yapmanın anlamı yok.

 

SO: Bunu da orada öğrendin aslında, “up sell” “cross sell”… Kötü gördüklerini uygulamıyorsun o zaman.

E: Aynen, uygulamıyorum. Mesela sen rakı istersin, rakının yanına şalgam ve soda sorulur. Ama şimdi bunu sordun, sonra “Abi kalamar yaptırayım mı? Karides ister misin? Haydari vereyim mi? Peynir yaptırayım mı?”… Böyle tepsiyi gösterip “Abi acayip ahtapotum var” “Sen çipurayı s.ktiret, al buradan tekir ye, o sana gelmez abi” falan deyip insanların midesini bulandırmanın anlamı yok. Sen zaten bir şey yapıyorsan, karşındaki de bedelini veriyor. Ben kendim de yaşıyorum bunu İstanbul’da, gidiyorsun balık restorana adam seni mal gibi görüyor. Ben diyor buna şunu vereyim, bunu çakayım. Sonra adisyonu bir alıyorsun. Bir kere “kuver” diye bir şey var. Ekmeğe para yazmış, suya para yazmış, közlenmiş bir iki biber domates getirmiş ona da para yazmış, söğüş getirmiş ona yazmış… Masada olan olmayan – tuzluk dahil – her şeye para yazmış. Sonra bir de bunun üstünden bahşiş istiyor. Bir Tophane’ye gidersin mesela kalabalık ekip, iki tane elma çayı içmişindir, bir gelir 12 tane elma çayı. Bir bakmışın adisyona çarpı çarpı çarpı çarpı çarpı…. X X X X… Abi kim içti?

 

SO: Hani ilkokulda tahtaya yaramazlık yapanın adını yazıp, yanına çarpı atardık ya…

E: Aynen. Yemediğin içmediğin şeyler sana geliyor… Tamam, karşındaki işletmeden gelen bir insan olmayabilir abi de, tavuk değil ki durmadan yolasın. Dolayısıyla insanlar bu gibi şeylerden bıkmış. Ben şimdi bir adisyon tutuyorum, ne eksik ne fazla. Gösteriyorum en son, mutabık kalıyoruz. İşin özü karşındaki adam seni aptal yerine koyup tokatlamaya çalışmıyor. İlk rezervasyon anından itibaren senin talebin dışında bir şey varsa onu söylüyorum. Son kalan oda mutfak yanındaysa onu da söylüyorum. Booking’den ayırdın, ama duble yatak yoksa onu da söylüyorum ki geldiğinde mutsuz olma. Yani “customer experience” olarak ilk satın alma anından çıkış yapana kadar “Bakın biz sizin tatilinizin güzel geçmesi için çalışıyoruz” un mesajını veriyoruz.

 

SO: Aslında insanlar beklemediği bir şeyle karşılaşmıyor.

E: Aynen. Beklenmedik her şey, iyi olmadığı sürece mutsuzluğa sebep olur. Ve onu burada kompanse etmek zor. Sen gelmeden odanın mutfak yanı olduğunu bil ki kendini buna göre hazırla. Booking’den yaptığın rezervasyonları düşün. Kaç tanesi geliş şartlarınla ilgili arayıp bilgi vermiştir? Burada dokunmak temas etmek çok önemli. O zaman insanlar şöyle söylüyor: Ya evet bu adamlar beni düşünüyor. Ha, aksaklık olmuyor mu oluyor. Çok aksaklık oluyor. İnsanları memnun etmek çok zor. Ama insanların bu iyi niyeti görmesi çok önemli.

 

SO: Özlediğin bir şey var mı?

E: Var. Çalışma hayatı bazen güzeldir. Öğle yemekleri mesela keyiflidir, bol dedikodu yaparsın. Müdürleri çekiştirirsin. Burada öyle bir şansın yok. İş çıkışı gidersin iki bira atarsın. Bunun yanında İstanbul’un çok ciddi sosyal olanakları var. Dolayısıyla ben şu an Assos’tayım, bu imkanlar yok. Ben üniversiteyi de İstanbul’da okudum, 13-14 yıldır İstanbul’dayım. Arkadaşlarım, çevrem falan hep orada. İşte bu da o baştaki karar verdiğin parametrelerden biri. Aslında o geliri elinle iterken bunları da itiyorsun. Ben Beşiktaşlıyım misal maça gitme ihtimalim sezonda yok. Ters sezonda belki. Ya da mesela Zorlu PSM’ye çok güzel bir dünya klasiği geliyor, gitme şansım yok. Bunlar özlediğim tarafları. Bir de her kendi işini yapan aynı şeyi söyler; orada bir program dahilinde çalışıyorsun. Burada o yapı yok. Özellikle sezonda işin bu. Ben dün gece 3’de yattım, sabah servise kalktım. Bak işte az önce görüyorsun “köfte bitti” denildi. Pazar listesi geldi. Burada her şeyini veriyorsun. Bu işin zor tarafı. Ama aslında burada sistemin bir dişlisi değil, kendisisin. Bir karar veriyorsun ve etkisini hemen görüyorsun. Bu kadar anlattım şuralarda çalıştım falan diye, ben geldim, orada işler halen yürüyor. Erman olmaz Ali olur Veli olur. Junior seviyeleri geç, şirketlerde GMY’ler, GM’ler gidiyor, istifa ediyor, gönderiliyor, ama şirkette işler yürüyor. Aşağıdakilerin gidişi hiç bir şeyi etkilemiyor.

Optimized-limonata-1

SO: İnsanlar o sistemin içindeyken öyle bir hava yok ama değil mi?

E: Tabi tabi… Öyle bir pohpohlanıyorsun ki, “Abi sen gidersen olmaz bu iş. Çıkma ya, patlarız ederiz” falan. Sen de kendini iş yapıyorum, sayemde marka ayakta falan diyorsun. Şu kadar volume’e çıktık diyorsun. Volume’e çıktığın falan da yok bu arada. BİM’e ürün sokmuşsun. Millet cayır cayır satmış, sen satmamışsın. Bunun arkasındaki efor yadsınamaz ama sen olmasan Serhan yapacaktı. Ama içerideyken böyle hissedilmiyor. Sen kendini çok stratejik bir noktada hissediyorsun. Ama şimdi dönüp baktığımda pek de öyle olmadığını görüyorum. Ve aslında ne yaparsan yap o sistemin çarkına çok minör etkin var. Burada öyle değil. Ne yaparsan karşılığını çat diye görüyorsun.

 

SO: Dışarıdan “Ya abi bırakalım gidelim, Ege’de bir butik otel açalım” havalarında, toz pembe bir şey görünüyor ama kimse bu işin zor taraflarını görmüyor. Onlar neler? En çok ne zorluyor seni?

E: Fiziksel zorluk beyaz yakaya göre çok fazla. Ama maddi imkanla ilgili. İçeriye 10 tane adam alacak sermayeniz varsa, sadece yönetirsiniz. Ama siz işin içinde olmadığınızda misafir çok rahat bunu hisseder. Yani bir işletmeyi sahibi mi yönetiyor, yoksa maaşlı biri mi yönetiyor hemen anlaşılır. Bunu aslında en iyi sen bilirsin. Sahibiysen her şeye gözün gibi bakıyorsun. Dolayısıyla bu da sana fiziksel bir yük getiriyor. Öte yandan bu işler dönemsel işler, personel bulmak ve yönetmek çok zor. Bir de şu var. Burada bir sezonda binlerce insan ağırlıyoruz. O insanların yemesinden tut da duş almasına, uyumasından tut da boşaltım sistemlerine kadar sen sorumlusun. Bunun içinde tıkanan kanalların açılmasına kadar şeyler var. Gece birinin klozeti patlar, kalkar rezervuarı değiştirirsin. Ya da birisi hastalanabilir. Denizde bir kaza olabilir. Bölgede elektrik, su kesilir, ona çözüm bulmak lazım. Dolayısıyla benim tesisim 30 kişilik 10 da personel, 40 kişilik bir hayatın oluyor, onların sorumluluğunu taşıyorum. Sürekli İstanbul’daki “deadline” lara uyumlu kalalım şeklinde de yürümez işler.

 

SO: Mesela kasaba desen “Abi köfte yapacaktın, deadline’ı geçti”?

E: Abi öyle olmuyor işte. Dün bi alışveriş listesi aldık, köfteyle tavuk vardı, bugün yine köfteyle tavuk var. Stok kontrolünde bir problem var demek ki. Ama SAP kurayım da içerideki buttun oranını bileyim diyemiyorsun, aşçı söylüyor. Her şeyi kendin takip etmen lazım. Burada her zaman deadline’ına uyan güvenilir adam bulmak da zor.

 

SO: E ama İstanbul’da Optimized-limonata-5da öyle değil mi? Ajanstan bir şey istersin, geliyor der, hazır der, yolda der, mail düşmez falan…

E: Ya evet haklısın ama oralarda yaptırımın biraz fazla. Bir sürü ajans var, açarsın bir konkur başka bir ajans bulursun. Burada yaptırım falan olmaz. Olacağı şu, adam küser sana mal vermez bir daha. Başka manav da yok. Adam getirmedi mi bittin. Geçen gün bana şey diyor “Sen geliyon pazara, benim sergiye uğramıyon!”. “Abi” diyorum “malı senden alıyorum zaten, kabak çiçeği yok sende niye uğrayım?” diyorum. “Olsun gel bir çayımı iç” diyor. Bunlar işin zor tarafları.

 

SO: İyi tarafı?

E: Abi yaptıklarını birinin onaylamasını beklemiyorsun demiştim. Bir de bir yerlere gelmek için ilişki yönetimi falan yapman gerekmiyor. Herkes biliyor ki işini çok iyi yapsan da yöneticilerinle aran çok iyi değilse, istediğin pozisyona gelemeyebiliyorsun. Bazen de çok iyi işler çıkarmasan da network’ünden dolayı bir yerlere gelebiliyorsun. Bu çok üzücü. Burada kendi iş sonuçlarımızı kendimiz görüyoruz. Beni en çok memnun eden taraf o. Çalışmıyorsan insanlar gelmiyor, gelseler de mutlu olmuyor. Ama çalışıyorsan insanlar geliyor, mutlu oluyor ve bu en büyük motivasyon. Belki çok yoruluyorsun…

 

SO: Ben denize girdiğini görmedim mesela?

E: Evet Temmuz’da ilk denize girişimi 27 Temmuz’da yapmışım. Ben herkesten farklı olarak Nisan, Mayıs, Haziran’da denizime giriyorum. Ama temmuz ayı geldiğinde herkes tatil yaparken ben hiç tatil yapmıyorum. Günün sonunda yıl sonunda performans görüşmen yok, birilerini tatmin etmen gerekmiyor. Kendi kendini motive ediyorsun.

 

SO: Anne babayı ikna etmek gerekiyor ama.

E: Evet onlar var. Onlar memur kafasında olduklarından… Ben bir şeyler söylerken belirli hesaplamalara göre ve plan dahilinde konuşuyorum. Dolayısıyla bu sene her şey böyle kötü giderken rakamlarımız geçen senenin üstünde. Ben sektör ortalamasını da biliyorum bölgede. Doluluk oranlarımız yüksek. Ama onlar “Olamaz, nasıl oluyor, burada bu sene misafir yok, sen nasıl bu kadar rahatsın!” diyorlar. Ortada bir matematik var. Ama onlar burayı boş görünce hemen “olmayacak” havasına kapılıyor. Motivasyonları kayboluyor. Onların hayatında çünkü böyle bir risk yok. O ay çok çalışsan da, hiç çalışmasan da aynı parayı alıyorsun. Ama burada darbe oldu, misafir gitti. Bu yüzden onlar “Bak orada ne güzel olanakların vardı, araban vardı, şu vardı, bu vardı, onları bıraktın geldin, şimdi telefona bile para veriyorsun” diyorlar.

Burada ne yaparsan karşılığını alırsın. Bilirsin beyaz yakada bazı ay olur, 19 mayısıydı falanı filanı, doğru düzgün çalışmazsın, yine aynı parayı alırsın. Ama bazı ay olur, geceli gündüzlü çalışırsın, lansman vardır falan, yine aynı parayı alırsın.

 

SO: Sattığın marka satışları ikiye katlasa yine aynı parayı alırsın.

E: Ha aynen. Ya da hiç satmaz hedefin gerisinde kalırsın yine aynı parayı alırsın. İkiye katladığında yemek falan ısmarlarlar, pasta yaptırılır, “Helal olsun” falan, çeyrek toplantılarında bir sunum hazırlarsın, “Pazar lideri olduk” falan ama akşam eve geldiğinde “Ulan yine bu ay para yetmedi” dersin. Ama şirkete trilyonlar kazandırdın. Öyle bir paradoks var arkada.

 

SO: Annen babanı yönetmenden bahsetmiştin. Ben buraya ilk geldiğimde Şinası abiye (babası) “burada bir öğretmen disiplini var” demiştim. Bir düzen tertip var demiştim. O zaman ilk başta üzülmüştü. “Yapma ya, ben o zaman insanları kısıtlıyorum, özgür değil mi insanlar burada?” demişti.

E: İstemsiz işte.

 

SO: Bazen gelip sabah kahvaltıda “ceviz yiyin” diyor ya mesela.  “Denize girdiniz mi sabah? Girmediyseniz kahvaltı yok.” diyor.

E: Ya ne kadar uğraşsan o değişmiyor. Hep çocuklarla uğraşmışlar, alışkanlık olmuş o da. Buraya gelen profilde onların çocuğu yaşlarda. Bazen görüyorum mesela misafir odadan çıkıyor duş almış. “Aaa saçların ıslak kalmış, hastalanırsın” diyor, birisi misal rüzgarda oturuyor “Siz çok rüzgarda kaldınız diyor”. “Baba diyorum bırak insanlar nasıl istiyorsa öyle yapsın”.

 

SO: Sabah ablamlar yüzüyordu mesela, onlara diyor ki “Paralel paralel yüzün, çok açılmayın ne gerek var” diyor.

E: Ya bu çok sahiplenmekten işte. Onlara para kaynağı bir müşteri gözüyle bakmıyor, gerçekten misafir gözüyle bakıyor, endişeleniyor, kendini mesul hissediyor. Ama o samimiyeti herkes sevmeyebilir de. “Sana ne kardeşim yemeyecem ceviz meviz” de diyebilir. Sabah bazı insanlar mahmurlu olur. Klasik beyaz yakada vardır hani. “Kahvemi içmeden açılamıyorum, nerede benim filtre kahvem”

 

SO: Olsun yine de çok keyifli bir ortam var her haliyle. Peki burası için bir gelecek planın var mı yoksa keyfine mi bakıyorsun?

E: Tek planım var. Burası kira, 8 yıllık bir kontratı var. Ya kontratı uzatıp daha avantajlı bir noktaya gelmem lazım, ya da bir vadede kendi yerime geçmem lazım.

 

SO: Şöyle bir hayalin yok sanırım. Limonata markasını büyüteyim, oturtayım, frençayz vereyim gibi. 30 tane Limonata olsun.

E: Çok yok. İşte o zaman İstanbul’daki hayata geri dönüyorsun. Ben burada dokunmayı, insanlarla sohbet etmeyi, iki duble rakı içmeyi seviyorum. Burası öyle büyüyünce bu sefer benim başka sorumluluklarım olacak. Öte yandan benim modelimle giden birinin çok büyük gelir hayallerinde olması çok da geçekçi değil.  Bu hırsa bu azme kapıldığında da manevi tatmin düşecek. Çok kazanıyım, yanına ikinciyi de açıyım dediğinde bir anda bakıyorsun hırs seni alıp eski hayatına geri götürmüş. Ben oysa burayı manevi tatmin için açtım. Burada kendime yetecek kadar bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Daha fazlasını yapacak gücüm olsa da huzuru bozmamak için kendimi durdururum. Bu aslında bir iş değişikliği değil, bir yaşam biçimi değişimi. Bir yerde durabiliyor olmak lazım.

 

SO: Bir kitap vardı “İçinizdeki öküze oha deyin” diye.

E: Aynen durdurmak lazım bir yerde. Doyumsuz olmamak lazım.

 

SO: Burada şunun farkına varıyor musun; anın tadını çıkarma meselesi kaybolmuş durumda. İstanbul’da yok mesela. Kahvaltı meselesinde olduğu gibi mutluluğu satın almaya çalışıyorsun. Bazı şeyleri sırf “buradaydım” demek için yapıyorsun. Burada ama o yok, fark ediyor musun?

E: Bu biraz ilerledikçe, Limonata bir marka haline gelince belki insanlar onun için de gelecek. İlk etapta insanların buradaki motivasyonu “Çekmesem de olur, paylaşmasam da olur, iki gün kafamı dinleyeyim” şeklinde. Bir çok insan “Burada zaman daha ağır geçiyor” der mesela. Çünkü orada hafta içi de hafta sonu da belli “to do” larınız var. Bir görev listesi var. Kahvaltıya gittiğinde bile ilk iş Wifi şifresini öğreniyorsun. Kahvaltın geliyor, fotoğrafını çekiyorsun, Instagram’a koyuyorsun, kaç beğeni almışsın ona bakıyorsun. Hisar Üstü’nde kahvaltı yapmışsın, Bebek’de kahve içelim diyorsun,  Luca’ya gidelim, Tarabya Big Chefs’e gidiyorsun, günün sonunda da “Lanet olası Pazar günü bitti” diye bir şey paylaşıyorsun ve hafta sonu bitiyor.

 

SO: Magma dergisinin “Doğada Pazartesi yoktur” diye bir lafı var.

E: Pazartesi anlatıyorsun sonra ballandıra ballandıra “Abi hafta sonu şuraya gittik, peynir şöyleydi” falan. Halbuki adam peyniri marketten almış, üstünü biraz yağlamış kekiklemiş… Sonra öbürü anlatıyor “Ben Garipçe’ye gittim falan diye”. Garipçe’ye bakıyorsun hepsi bu kadar (otel bahçesini işaret ediyor). Garipçe’de 28 kişi yaşıyor ama 280 kişi Check-in yapmış. Bir oturuyorsun kolun birine çarpıyor falan. İşte o “to do” ları yapa yapa gidiyorsun. Burada o yok işte. Şunu yapayım, bunu yapayım, bunu paylaşayım demiyorsun. İsteyen paylaşıyor isteyen paylaşmıyor, öyle bir hava yok yani. Bazısı burada olduğunu hiç kimseye bildirmek istemiyor, bazısının zaten telefonu çekmiyor.

 

SO: En çok sevdiğim yönü bu oldu açıkçası.

E: Bazısının ama canı sıkılıyor. O kadar prospektüsle yaşamaya alışmış ki, ne yapacağını bilmiyor. Telefon elinde, “Tamam geldik, şimdi ne yapacağız?” diyor. Abi yapacak bir şey yok. Yatacaksın. Dalgaların sesini dinleyeceksin. Siz mesela dün ne yaptınız? Öğlen yemek yediniz, sonra baktım hepiniz ağaçların altına şezlonga yatmışsınız uyuyorsunuz. Hafif hafif esiyor ne güzel. Bir şeyleri planlamadan da yaşayabiliriz. Planladın buraya geldin, tamam abi işte artık burada bırak planlamayı. Yapma bunu yani. Bir şeyleri post etmene gerek yok, yemekten sonra ne yapacağını düşünmene gerek yok.

 

SO: Burada verdiğimiz en zor karar akşam ana yemek olarak tavuk mu, balık mı yoksa köfte mi yiyeceğimiz. Burada yetişmeye çalıştığın hiç bir şey yok. Güzel olan bu. Hiç bir şey kaçmıyor.

E: Aynen öyle. Bir rahat bırak kendini. Ama rahat bırakmayışın arkasındaki neden de bünye buna çok alışmış abi. Ben de buna çok alışıktım. Hala kırmaya çalışıyorum. Senin mesela bugün burada ne yapacağın belli değil, ama Pazartesi ne yapacağın belli. Hangi toplantılara gireceğin, ne yapacağın. Plan silsilesine alışıyorsun. Kendini sorguluyorsun, Cumartesi günü nereye gidelim diye. Anadolu Kavağı’na Big Cheffs’e gideceksen cumadan yer ayırıyorsun. 09.45’de vapur varsa 09.00’da çıkman lazım, 08.30’da uyanman lazım, saati kuruyorsun bu sefer, geceden zaten uykun piç oluyor. Ona yetiş, ona yetiş… Kahvaltıdan çıktın mesela bir kaleye çıkalım dedin, kaleye çıkmak senin için bir görev artık. Kaleye çıktığında kelenin tadını çıkaramıyorsun. Senin için “to do” kaleye çıkmak, o bir “achievement” oluyor bu sefer. Kaleye çıktın abi, şöyle bir bak değil mi, otur bir etrafı izle falan, aşağıda ne varmış, tarihi ne bak… Çıkıyorsun 10 dakika durup geri iniyorsun. Niye? Çünkü asıl mesele kaleye çıkmak senin için. Çıktın bitti.

 

SO: Oradan gün batımı çok güzel mesela ama onu izlemek de işi çözmüyor. Bir gün çık bak mesela herkesin elinde bir telefon en iyi kareyi yakalamak için uğraşıyor ama güneş gidiyor o sırada. Ama o gün batımı o şekilde bir daha hiç olmayacak belki. Önemli olan o anın tadını çıkarmak değil mi? Burada olan şey bu bence; anın tadını çıkarmak.

E: O anı ölümsüzleştirmene gerek yok. Google’a “Anadolu Kavağı’nda gün batımı” yaz yüzlerce resim çıkar. Ama bu sefer o fotoğrafı çekmek senin için “to do” oluyor. Burada mesela yemek konusunda insanlar biliyor ki kaçan bir şey yok. 8’de de kalksan, 10’da da kalksan kahvaltın önüne geliyor. Akşam biliyorsun ki yemeğin düşünülmüş. Önden yer kapıyım gibi bir düşüncen bile yok, hepsi ön çünkü. Bu sana aslında zaman konforu da sağlıyor. Bir şeyleri düşünmemenin konforu var.

Toparlamak gerekirse bu işin zorlukları da var güzellikleri de. Ama İstanbul’da iş hayatında da alıştığımız “to do” lu ve kooperatif iş yapma şekli burada yok.  Her şey sana bakıyor. Sen yelkenleri yere indirirsen işler sarpa sarıyor, kendi motivasyonundan kendin sorumlusun. Kurumsal hayatı özlediğin taraflar da oluyor. Ama manevi tatminse derdin, yaptığımın karşılığını alayımsa yapman gereken bu. Mesele kendi markan ve işin için bir şeyler yapmak. Çok büyük paralar kazanma hırsım yok. Burasının eti belli, budu belli, altta kalacak da bellidir, bu beni uçurmaz kaçırmaz. Belli hayat standartlarına ağız tadıyla, kendi psikolojimi bozmadan, bahsettiğimiz hayatın tadını çıkarma meselesini bolca yaparak mutlu olmak istiyorum. Burada bir kişiye gözleme yapıp servis etmek, beğendiğini, mutlu olduğunu görmek gün içinde yüzlerce mail cevaplamayla kıyaslanamaz. Burada ben her gün yeni insanlar ve yeni hikayeler görüyorum. Bu çok keyifli, sen geldin tanıştık mesela. Her ikisinin de artısı eksisi var ama insanın önce ne istediğine karar vermesi lazım. Bu dünya hiç bir zaman sana beyaz yakanın sağladığı şaşaalı dünyayı sağlamaz. Konferanslara ödül törenlerine gidemezsin.

 

SO: Seni bu hikayeden sonra konuşmacı olarak çağırırlar inşallah. Bu arada bu konuda “modern kölelik” başlığıyla bir çok yazı çıktı. Birisi diyor ki “Ne olursa olsun günün sonunda işçisin, fabrikadaki çalışandan bir farkın yok”.

E: Senin algına dair sana empoze edilen çok farklı ama gerçek bambaşka. Bazen kendimizi olduğumuzdan farklı görüyoruz. Oysa markaya katkın, altında ezildiğin sorumluluklar kadar büyük değil.

SüpErman’ın Limonata’sı: www.limonataotel.com