Ve bu başlı başına ‘cool’ bir şey!
‘Storytelling’ diye tutturduğumuz şeyin havalı bir pazarlama terminolojisi olmadığını hayatın her alanında karşımıza çıktığına örnek vermek istiyorum bu yazıda.
Geçen haftalarda bir mecliste 50 yaş üstü bir kitleyle bulundum aile durumundan.
Ortama bir tane Ukraynalı doktor mu, şifacı mı ne desem bilemeyeceğim bir karakter gelmişti, alternatif tıpçı olarak. Biz de eğlencesine katıldık, ortamı bozmadık 🙂
Hepimizi bir elden geçirdi, bir makineye bağlı çubukları tutturup, rezonans verdi.
İrfanından nasiplenmemizi sağladı sağ olsun!
Peki madem bu kadar ulvi bir insan niye 150 TL kişi\seans için ev ev geziyor,
Niye 50+ teyzelerle tarzanca muhabbeti çekiyor diyebilirsiniz tabii…
İşte o da abimizin hikayesinde gizli.
Madde madde senaryoyu ‘decode’ etmek gerekirse.
- Sahne (Setting):
Ukrayna da komünizm zamanında büyümüş, genel cerrah olmuş, sonra genel cerrahi mesleğini icra ederken, yediğimiz besinlerdeki bakteri ve toksik içeriklerin nasıl organlarımızı mahvettiğini görmüş. Bunun üzerine mikrobiyoloji doktorası yapmış, frekans tedavisine yönelmiş ve besinler üzerine uzmanlaşmış… Yani bir aydınlanma (Epiphany) yaşanmış!
- Hedef Kitle:
50+ internetle çok haşır neşir olmayan, e canı da sıkılan maddi durumu fena olmayan teyzeler. İnternet’te adamı aratmazlar, tweet atmazlar, diploma vs. kontrol etmezler.
Zaten teyzeden teyzeye yayılıyor doktorumuzun namı!
- Minarenin Kılıfı (Cover-Up Story – Alibi):
Abimiz aynı zamanda Kızılhaç doktoruymuş (ağlamıyorum toz kaçtı), senenin 6 ayı Afrika’da sahada hastalıkları tedavi ediyormuş, ayrıca Polonyalı bir spor takımının da (galiba milli) doktorluğunu yapıyormuş. Sürekli seyahat halindeymiş yani.
İşte bu ulvi amaçlar yüzünden sabit bir yeri ve dolayısıyla paraya paraya demeyeceği bir geliri yokmuş (Bu söylenmiyor alt metinde geçiyor)
- Dava-Misyon (Purpose-Sales Pitch):
Peki arkadaşımızın argümanı davası ne derseniz: Yediğimiz her şeyde bakteriler, toksik malzemeler varmış. Abimiz bunlara, zararlı bakterilere savaş açmış. Nasıl mı?
Mesela et yemeyeceğiz asla, yersek bir gün önceden sirkeye yatıracağız, tavuk, yumurta zaten yok salmonella yapıyormuş. Baklagiller yok, gaz yapıyormuş. Sebzeleri sirkede bekleteceksiniz, meyve yemeyeceksiniz, kızartma zaten yok, balık sadece ızgara ve mutlaka limon sıkılacak bakterilerin ölmesi için, yoğurt, peynir sadece evde yapım, süt de öyle sütçü sütü sadece, peynir de aynı şekilde. Böyle uzuyor liste…
Buraya kadar gayet sıradan medyada da gördüğümüz şeyler, bir gariplik yok. Zaten en başarılı hikayeler kurguyla gerçeği karıştıran hikayeler değil midir?
Ama hikayenin etkileyici olması için bir farkı olması, bir boncuk bulması gerekiyor. Yani bir ezeli düşman (nemesis) lazım.
- Düşman (Nemesis):
Düşmanımız hayretler içinde sahne alıyor: Zeytinyağı.
Savaş açtığımız kötü, zeytin ve zeytinyağıymış.
İnsanoğlu da özünde bir hayvan olduğundan anne sütü başta olmak üzere sadece hayvansal yağ ve içerikleri çözermiş organizmamız. Bitkisel olan zeytinyağı hem midede çözünmezmiş, hem de asitli olduğundan midemize zarar verirmiş.
Mesela bu yüzden zeytinyağı yediği için Ege insanımız kavruk, Karadeniz insanımız yapılıymış, yerseniz. O kadar Akdenizli fena halde yanılıyor, yazık J
Nemesis’i de bulduk. Cansiperane savaş açtık yeter mi?
Yetmez, iyi bir kahramanın mutlaka alet-edevatı (gadget’ları) olmalı. Batman gibi düşünün J
- Ekipman (Gadgets)
Bir kere rezonans verdiğimiz aletimiz var 1 saat boyunca abimiz vaazını beklerken tuttuğumuz pirinç çubuklar. Abimiz her 15 dk’da bir çubukların bağlı olduğu Voltmetre gibi makinede bir düğmeyi çeviriyor, akımı ayarlıyor, not alıyor falan. Titiz bir çalışmanın ortasındayız yani.
Ama sihirli iksir olmadan olmaz. Bir kutu çıkıyor ortaya içinde sarı renkli bir toz var. (Sonradan tattım, büyük ihtimalle bebek maması). Abimiz eli titreye titreye gramla tartıp veriyor. Küçücük (3mm boyunda) bir kaşığın ucuyla alacakmışız her gün sabah aksam.
Bir de civanperçemi çayı içecekmişiz sabah akşam. (bir çimdikten fazla değil asla!)
Bütün içerisini temizleyecekmiş Ama rezonans seansının birkaç seans daha devam etmesi gerekiyormuş….
Tılsımlı iksirimizi de aldık. Böylece bize de bir rol sorumluluk verilmiş oldu, kendimizi daha bir ait hissettik.
Peki 2-3 saat boyunca bu abimizi kimse sorgulamıyor, kurcalamıyor mu diye sorabilirsiniz.
İşte orada da başka bir hayati öğe giriyor.
- Ton-Kimlik-Kişilik (Tone Of Voice-Personality-Identity)
Bir hikaye anlatacaksanız, ki bu her alanda geçerli, önce kendiniz inanacaksınız, o hikaye bağlamında daireyi kapatacak, açık nokta bırakmayacak, bir kere kapandıktan sonra da başkasının kurcalamasına izin vermeyeceksiniz.
Peki bu nasıl olacak? İki şeyle. 1) Uslup 2) Göz Boyama
Hikayemize dönecek olursak abimiz ‘Uslup’ta adeta bir İlber Ortaylı.
“Ne işim var bu cahiller arasında, bunlar ne saçma sorular” hali tavrında, gayet üstten ve seri konuşuyor, asla lafının bölünmesine izin vermiyor kızıyor.
Bir kere söylüyor tekrar etmiyor, ettirince de kızıyor, çubukları bir saat boyunca elinizden bırakamıyor, asla kıpırdayamıyorsunuz.
Asla ikram kabul etmiyor, işi bittikten sonra 5 dk bile kalmıyor, çünkü kısıtlı zaman için gelmiş Türkiye’ye ve daha gideceği yerler var. (Man on a mission)
İkinci madde ‘Göz boyama’ ise her başarılı hikayenin yapması gereken bir şey aslında…
Projektörü bir yere tutup, diğer yerleri karanlıkta bırakmak.
Rezonans, tozlar, makinanın elinizde yaptığı izlere bakıp şu karaciğer, şu mide, şu safra kesesi sorununu gösteriyor vs. demesi hep bu aslında. Işığı bir noktaya sabitlemek.
Öyle olunca da kimsenin aklına da “bir saattir tutuyorum bunları, e inceden elektriği de veriyorsun, tabii ki elimde iz kalır” demek gelmiyor.
Bu hikaye doğrudur, yanlıştır, medikal olarak anlamı vardır, yoktur bilemem. O benim uzmanlığım değil, pozitivizm aşkıyla ihtimalleri dışlamak da istemem olabilir, doğru yerleri de mutlaka vardır zaten…
Bu yazıyı yazma sebebim hikayedeki kurguyu ve ince zekayı takdir etmek aslında.
Hepimiz özünde bir hikayeyi yaşıyor, kendimizi kahraman bazı şeyleri düşman olarak görüyor, tarihi, kültürü, edebiyatı, sanatı hep hikayelerle öğreniyoruz.
Bazen hikayemizi daha büyük hikayelere eklemliyor, onların içinde bir misyon yükleniyoruz.
Tonumuz, üslubumuz; kim olduğumuza, yaşadıklarımıza, hatta ruh halimize göre değişebiliyor. Bazen bölümler bitiyor, yeni bölümler başlıyor. Bir hikayedeki kahraman, başka bir hikayede figüran olabiliyor.
Hikaye kavramını doğru anlamak ve okumak ise çok daha rafine bir zevke, kötü hikayeleri ayırmayı, projektörün karanlıkta bıraktıklarını sorgulamayı, hamaset girdabında boğulmamayı sağlıyor.
Herkese iyi kurgular dilerim 🙂
Yorum Yok