O Ses Türkiye yarışmasını keyifle izliyoruz. Bir çok gencimiz orada kendini gösterme şansı buluyor. Yakınları mutlu oluyor, yapımcı güzel paralar kazanıyor ve işler sürüp gidiyor… Aynı yarışma ABD’de de yapılıyor ama farkı, oradan çıkıp ünlü olmuş, hayatı olumlu yönde değişmiş şarkıcıların varlığı. Amerika’da yetenekleri bulup destekleyen bir sistem çalışır genel olarak. Kore’deki model ise  sonuçları itibariyle çok daha çarpıcıdır. Orada resmen bir devlet desteği söz konusu ve yarışmalarda başarı gösterenlerin çoğu profesyonel olarak hayatına devam ediyor, verilen desteklerle küresel arenada şanslarını deniyorlar. Bu enerji ve sinerjiyle KPOP diye global bir müzik türü yarattılar mesela.

Türkiye’de ise böyle bir yaklaşım yok ve bu durum sadece ses yarışmaları için geçerli değil, neredeyse tüm hayatımız böyle. Kişiler ve kurumlar arası işbirliği kültürü gelişmemiş. Ülkemizde bir şekilde güç, şöhret sahibi olanlar kendilerini tehdit edecek, zorlayacak yetenekleri desteklemezler. Bazı durumlarda da kösteklerler. Bunun nedenleri, stratejik bakış eksikliğine paralel olarak vasatların hızlı yükselme potansiyeli, yerini koruma kaygısı ve küçük hesaplar yaparken büyük resmi görememektir.

Oyunculukta Yılmaz Erdoğan’ın onlarca genç yeteneği sanat hayatına kazandırdığına şahit olduk.  Müzikte de Sezen Aksu ileride kendine rakip olma pahasına bazı genç yetenekleri destekledi. Ama sanat alanında başka birilerini hatırlamıyorum mesela. Tam tersine, Zeki Müren’den başlayan süreçte ünlü sanatçılarımızın genç yeteneklerin önünü nasıl tıkadıklarının onlarca örneği, hikayesi var. Sanatçı menajerleri arasında iç pazara yönelik basit bir rekabet, küçük hesaplar söz konusudur. İş birliği kültürü gelişmemiştir, bir araya gelip global pazarlarda Türk müziği adına etkili bir şeyler yapma niyeti filan hiç yoktur. Genç yıldız adayını destekleyen hamiler de bulunmaz haliyle. Basında da Abdi İpekçi ve Ertuğrul Özkök aklıma geliyor yetenekleri destekleyip ülkeye değerli kalemler kazandıran kişiler olarak. Spor dünyasında ise zorlanıyorum. Birilerini atladıysam özür dilerim ama görebildiklerim bunlar.

Siyasete bakalım. Atatürk’ün İsmet İnönü’yü hazırlaması dışında kendinden sonrası için bir adım atmış siyasetçimiz var mı? Menderes, Demirel, Özal, Ecevit, Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu birilerini yetiştirdi veya önünü açtı mı? Hayır. Hepsinin siyasi hayatları “tek adam” olarak geçti, geçiyor. Koalisyon müessesesi de  (ki bence demokrasinin en üst basamağı ve en iyi yönetim biçimidir) ülkemizde olabilecek en kötü senaryo olarak ele alınır. Aman koalisyon olmasın da ne olursa olsun diye düşünülür. Yapılan koalisyonlar da başarısız olmuştur çünkü işbirliği kültürü hayatımızın hiçbir alanında yoktur.

Ticarette de benzer bir bakış hakim. Kaç ortamda “rakip düşman değildir” cümlesini kurdum  hatırlamıyorum. Halbuki ilk iş deneyimlerimi kazandığım Amerikan şirketlerinde çok farklı örnekler görmüştüm. Piyasada birbiriyle kıyasıya rekabet eden firmalar sektörün büyümesi, gelişmesi ve itibarı için her türlü işbirliğini yapıyorlardı. Sonrasında sektörel tanıtım grupları için çalışırken de dünyadaki ilginç işbirliği örneklerini gördükçe şaşırdım. Bizde ise durum tersiydi. Piyasadaki oyuncuların ortak çıkarlar için samimi bir işbirliği içine girmeleri istisna gibiydi. Bir çok firmada kibirden, rakiplerin yok sayıldığına defalarca şahit oldum.

STK’lar da benzer haliyle. Bildiğim hemen her sektörde minimum iki dernek var ve neredeyse hepsi kavgalı. Yani haydi arkadaşlar bir araya gelelim ve sektörü, mesleği, piyasayı geliştirelim tarzı bir işbirliği yaklaşımı görmedim gibi.

Bu kültürü özetleyen “Cehennemdeki Türkler” fıkrasını hatırlayalım ve sonuca ilerleyelim.

Fıkra bu ya; Cehennemde yeni bir zebani işe başlamış. İlk gün kıdemli zebani tarafından gezdiriliyormuş. Her yerde dev, yüksek kaynar kazanlar içinde yanan insanlar ve her bir kazanın başında zebaniler varmış. Bizimki bakmış derin bir kazanın başında 5 zebani bekliyor.
– Bu ne demiş ?
– Bu Almanların kazanı, sürekli birlik olup yardımlaşıp üst üste çıkarak yukarıya tırmanıyorlar ve oradaki zebaniler de tırmananı tekrar aşağıya atıyor…
Biraz daha ilerlemişler dev bir kazan daha. Başında 3 zebani bekliyormuş. Bizimki yine dayanamamış;
– Peki burada niye 3 zebani bekliyor?
– Bu da Amerikalıların kazanı, bunlar da arada yardımlaşıp çıkmaya çalışıyorlar ve görevli 3 zebani  yukarıya çıkanı tekrar aşağıya atıyor.
Bizimki bakmış bir sürü dev kazan ve her kazanın başında çeşitli sayıda görevli zebani varken ileride bir kazan var ki başında hiç zebani falan yok. Hemen atılmış;
– Yahu bu kazanda niye görevli zebani yok, boş mu?
Kıdemli artık bıkkın bir şekilde cevaplamış;
– O Türklerin kazanı. Görevli zebaniye gerek duymuyoruz. Zaten içlerinden birisi çıkmak için çaba sarf ettiğinde diğerleri birlik olarak hemen onu aşağıya çekiyor. 

Durumumuz fıkralara konu olacak kadar yaygın ve alışılmış yani.

Peki bizim iletişim sektöründe durum farklı mı? Değil tabii ki, orada da “küçük olsun benim olsun” anlayışı hakim ağırlıkla.

Sektör dergilerine bakarsanız, neredeyse hiçbirinde patron dışında öne çıkan, gücü, etkinliği olan  isimlere rastlamazsınız.

Okul mahiyetinde bir reklam ajansı veya hoca diyebileceğiniz usta bir reklamcı saymakta zorlanırsınız. Tabii ki ustasından çok şeyler öğrenen profesyoneller vardır ama bana sorarsanız Eli Acıman dışında sektöre sistematik ve anlamlı sayıda profesyonel ve girişimci kazandırmış birini sayamam. Sektörün işbirliği anlamında en etkili organı Reklamcılar Derneği’ni kuran da kendisidir.

Elindeki kısıtlı imkanlara rağmen, sektöre çok katkıda bulunan Attila Öğüd’ü anmam lazım. Çünkü kendisinin yetiştirdiği çok profesyonel var. Benim de elimden tuttu ve Marketing Türkiye dergisinde yazma, eğitimler yapma dışında doksanların önemli pazarlama etkinliği Marketing Forum’larda da çok  çalıştım. Hem de maddi manevi bir talebim olmadan, tamamen gönüllü esasta çünkü birlikte sektör oluşturmaya çalışıyorduk ve bir şeyler başardıkça aynı heyecanı yaşıyorduk.

Üç sene önce Marka Konseyi’ni kurduk ve sektördeki tüm kurumlara, yayınlara ve etkinliklere eşit mesafede ve pozitif durarak görüşme talebinde bulunduk. Çoğuna gittik, konuştuk, bazı şeyler yaptık ama düzenli bir işbirliği ortamı sağlayamadık. Bizim de hatalarımız vardır kuşkusuz ama kültürün de payı var bunda. Sektörün önemli etkinliği Marka Konferansı ısrarlı çağrılarımıza dönüş yapmadı mesela. Zaten beni başından beri yok sayıyorlar. Haklı olabilirler, onlara katkıda bulunacak birikimim yok belki de ama bu ülkede sektörü oluşurmuş, yüzlerce eser üretmiş kırk marka danışmanının bir kıymeti, onlara katacağı bir değer olmaz mı?

İşte böyle bir ülke burası. Biz Markam olarak farklı bir düşünce yapısıyla, okul gibi çalışıyoruz yıllardır. Umarım ileride sonuçları daha net ortaya çıkar.

Güven Borça

Marka Danışmanı