“Hitler’in ‘Propaganda ve Ulusal Aydınlanma Bakanı’, kitle psikolojisi uzmanı, Goebbels. Geliştirdiği yöntemler, bugün kendilerine demokrasi diyen toplumlarda, özellikle lider imajı fabrikasyonlarında kullanılıyor. Ahlaki boyutları günümüzde gözden kaçan bir konu. Alıştık, alıştırıldık (Aslında alıştırdık). Günümüzde bu işi övünerek yapan reklamcılarla halkla ilişkiler uzmanları” (Gündüz Vassaf, OT Dergisi, Haziran, Seçim ve Propaganda)

– Demirel’i nasıl bilirdiniz?
– Nasıl bilmemizi istiyorlarsa öyle biliriz.

Bir kaç gün önce aramızdan ayrılan Süleyman Demirel’i ben başka türlü tanırdım. 2006 yılında onu Güniz Sokak 31. numaralı evinde ziyaret etmiş ve yapacağımız bir etkinliğin açılış konuşmasını yapmasını rica etmiştim. Geleceğini söyledi. Geldi. Çok da güzel konuştu. Binaenaleyh, benim arkadaş çevremdeki Demirel’e ilişkin en net algıyı bu konuşma oluşturur.

“Zıtlıklar bir birini var eder” diye bir yazı yazmıştım bir kaç yıl önce. Kendinize sağlam bir yer edinmek istiyorsanız bir sıçrama tahtasına ihtiyacınız var. Bu sıçrama tahtası sizin hayat amacınızı en iyi ifade etmenizi sağlayacak şekilde 180° ters yönde olmalı. DeFacto’nun jeane karşı savaş açması gibi, Demirel de bundan çokça faydalandı. Sağcı-solcu meselesinin fitili sönmesin diye çok uğraştı, sonuç itibarıyla da başarılı(!) oldu. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamını ilginç bir şekilde açık oyla oylayan ve 273’e karşı 48 oyla kabul ettiren kişilerin başında da o geliyordu. Barajlar yaptı diye bildik ama barajlar altında kalan kentleri pek görmedik. Çünkü öyle bilmemiz istenmişti. Biz onu “baba” diye bildik, çünkü öyle bilmemiz istenmişti.

– Demirtaş’ı nasıl bilirsiniz?
– Nasıl bilmemizi istiyorlarsa öyle biliriz.

Herkes o ânı bekledi. Tamam, herkes değilse de HDP’nin barajı aşmasını sağlayan herkes. Seçim akşamı saatler 21.00’i gösterip de sandıkların pek çoğu açıldığında Selehattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın seçim sonuçlarına ilişkin açıklamalarını bekledi. “Acaba” dedi insanlar “ondan bahsedecek mi?”. Seçim öncesi propaganda döneminde adını ağzına almaktan imtina etmişti(çünkü iletişim uzmanları öyle olması gerektiğini söylemişti). Ve konuşmanın ortalarını geçtiğinde o ismi anarak “Sayın Abdullah Öcalan’a teşekkür ederiz” dedi. Seçim bitmişti.

Medyanın da gücünü arkasına alan siyasi partiler siyasal iletişimi istedikleri gibi yönetiyor ve o partinin önderleri halkın onları nasıl tanımasını istiyorlarsa öyle bir gömlek giyerek meydana çıkıyor. Biz pazarlama ve iletişim uzmanlarının siyasal iletişimle ilgili kendisine şunu sorması gerek: Yanlış bir adayı doğru bir iletişimle seçtirmek bir başarı mıdır? Yanlış bir ürünü doğru bir iletişimle çok sattırmak bir başarı mıdır?

Siyasette kimin yanlış kimin doğru olduğunu tarih gösteriyor. İlber Ortaylı’nın deyimiyle Hitler gibi tarihin en korkunç totaliterinin iktidara gelmesi ve hep desteklenmesi, hem de %90 küsür oyla bunun gerçekleşmesi bunun en güzel örneği. Hitler’i Charlie Chaplin’in “The Great Dictator” filminde de çokça dalgası geçilen taktiklerle seçtiren adam başarılı bir iletişimci olarak tarihe geçmeli midir?

İletişim uzmanları sanki çok büyük bir buluşmuş gibi iktidar partilerinin sahiplerini rakiplerle aynı ortamda bir araya gelmemeleri konusunda uyardı. Onlar da buna uydu. Ve biz, herkesi aynı anda izleyip değerlendirme fırsatından geri kalarak meydanlarda kameralara bağırıp çağıran adamların tek yönlü laf sokmalarına maruz kaldık. Oysa bu iş eskinden çok daha iyi bir halde değil miymiş?

https://youtu.be/N9sKopq47Sw

 

Ecevit mesela halk onu sevsin diye mavi gömlek giyip, kasket takıp, Kartal marka arabaya binmedi. O zaten bunları yapıyordu.

brandtalks-cem-uzan-instagram-kaybettigin-basbakana-don-de-bir-bak-istedimBir ara adamın biri çıktı, beyaz gömleğinin kollarını kıvırıp genç duruşuyla meydanlarda konserler ve karnavallar yaptı. Bu adamın “Mazot 1 lira olacak” haricinde, bu ülkeye sunacağı hiç bir menfaat hatırlanmadı (belki de yoktu). Ve bu adam sırf lahmacun yedirip konser vererek, bu ambalaj sayesinde %7,26 gibi korkunç bir oya sahip oldu.

Çoğu zaman takdirle karşıladığımız seçim programlarına hiç bu gözle bakmamıştım. Amerika’nın önderliğinde – tıpkı her 2 filmden birinde dünyayı kurtarması gibi abartılı ama izlenesi – yepyeni bir seçim kültürü gelişti ve seçimler bir senaryo gibi yazılıp yönetilmeye başlandı. Ambalajın muhteviyattan önemli olduğu pazarlar, liderin parlatılarak, süslenerek, insanlarda bırakacağı etkiye göre tornadan geçirilerek şekillendirildiği ancak insana faydanın hep ikinci planda kaldığı bir seçim anlayışı yarattı. Domestos’un bolca kullandığı “Fear Marketing(Korku Pazarlama)” seçim programlarının temelini oluşturdu. Üzerinde çalışılarak geçmişte hiç var olmayan kelimelere tanımlamalar yapıldı ve iletişimde bunlar kullanıldı. Çapulcu, paralel, Pensilvanya… Rakiplerin isimleri bile değiştirildi. Cehape, Mehape, Hadepe, Akepe denildi.

Şimdi oturup düşünmek lazım. Pazarlama elbette ki insanların ihtiyaç ve beklentilerinden faydalanarak onlarda kendi lehine bir tercih nedeni yaratma meselesidir. Ancak ya hizmet ettiğin kişi doğru söylemiyorsa? Ya bir yalana alet oluyorsan? Bunu bulaşık deterjanı için yapan adamla bir siyasi parti için yapan adam arasında bence hiç bir fark yok. Fırsatını bulsa o da “anasını ağlatır”.

 

İyi bir iletişim kampanyasıyla yanlış bir adayı seçtirmek bir başarı mıdır?